Jeopolitik Süreklilik Ve Ulusal Hedef: Kürt Milletinin Siyasal Özneliği Ve Birleşik Kürdistan Perspektifi

Kürt meselesi, yalnızca bölgesel bir çatışmanın parçası değil, uluslararası sistemin kuruluşundan beri süregelen yapısal bir istikrarsızlığın merkezinde yer alan tarihsel, siyasal ve hukuksal bir sorundur. Modern devletler düzeninin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu’ya dayattığı sınırlar, bu coğrafyanın kadim milletlerini parçalara ayırmış; bu parçalanma en dramatik biçimde Kürt milletinin kolektif varlığında somutlaşmıştır. Kürtlerin yaşadığı dört parçalı yapı, bir milletin doğal gelişim kanallarını kesintiye uğratmış, siyasal bütünlüğü engellemiş, kültürel sürekliliği tehdit etmiş ve tarihsel bir coğrafyanın jeopolitik statüsünü kırılgan hâle getirmiştir. Bölgesel devletlerin politikaları, ulus-devlet inşasının otoriter mantığıyla birleştiğinde, Kürtlerin siyasal temsil talebi yalnızca bir “güvenlik sorunu” olarak ele alınmış; bu yaklaşım da hem bölgesel krizleri derinleştirmiş hem de uluslararası hukukun kendi ilkeleriyle çelişmesine yol açmıştır.
Bu tarihsel çelişkinin ortasında Kürt milletinin öznesi, 20. yüzyıl boyunca baskı, asimilasyon, zorunlu iskân ve kitlesel şiddet politikalarına maruz bırakılmış; fakat buna rağmen siyasal bilincini korumuş, yeniden üretmiş ve 21. yüzyılda yeni bir ulusal uyanış evresine geçmiştir. Modern uluslararası normların ve diplomatik dengelerin dönüşümü, Kürtlerin siyasal statü talebini artık ertelenemez bir aşamaya taşımıştır. Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin oluşması, Suriye’de Kürtlerin yerel özyönetim deneyimi, Türkiye ve İran’daki toplumsal-siyasal bilinç sıçraması ve diasporanın küresel düzeyde güçlenmesi, Kürt meselesini tüm bölgesel denklemlerin merkezine yerleştirmiştir. Bu gelişmeler, halkların siyasal varlığını tanımayan 20. yüzyıl sınırlarının artık sürdürülemez olduğunu göstermektedir.
Bu çerçevede Kürt milletinin nihai hedefi, dört parçaya bölünmüş tarihsel yurdunun siyasal birliğini yeniden kurmak ve bağımsız, birleşik bir Kürdistan devletine kavuşmaktır. Bu hedef, hem tarihsel meşruiyetin hem de modern uluslararası hukukun tanıdığı kendi kaderini tayin hakkının doğal sonucudur. Milletlerin ulusal bağımsızlık mücadelelerini meşrulaştıran tüm argümanlar, kesintisiz kültürel sürekliliğe, tarihsel coğrafyaya ve siyasal özneleşmeye sahip olan Kürtler için fazlasıyla geçerlidir. Kürtlerin özgürlük talebinin karşısında yalnızca bölgesel devletlerin iç güvenlik doktrinleri değil, aynı zamanda büyük güçlerin çıkar projeksiyonları da yer almıştır. Bu nedenle Kürt meselesi bir “iç sorun” değil, küresel bir normatif çelişki ve jeopolitik fay hattıdır.
Devletler sisteminin tarihsel gelişimi incelendiğinde, uluslararası düzenin temel aktörlerinin yalnızca mevcut sınırları elinde bulunduran siyasal otoriteler değil, aynı zamanda bu sınırların dışında bırakılmış fakat kolektif hafızası, kültürel sürekliliği ve siyasal iradesi inkâr edilemeyen milletler olduğu açıktır. Orta Doğu’daki kırılmaların göbeğinde yer alan Kürt sorunu da tam bu bağlamda, modern statü rejiminin yarattığı yapısal bir çelişki olarak değerlendirilmelidir. Kürt milleti, tarihsel olarak üzerinde yaşadığı topraklarda kesintisiz bir varoluşa sahip olmasına karşın, 20. yüzyılın başında çizilen sınırların dışında bırakılmış, kendi kaderini tayin hakkı sistematik olarak askıya alınmış ve siyasal statüden mahrum edilmiştir.
Jeopolitik teoriler açısından bakıldığında, bir milletin uzun süreli istikrarsızlık döngülerine mahkûm edilmesi, yalnızca yerel aktörlerin iradesiyle açıklanamayacak kadar karmaşık bir güç mimarisinin ürünüdür. Kürdistan coğrafyası, Avrasya’nın güney ekseninde yer alan ve denizlere çıkışı kesilmiş tampon bir bölge olarak, bölgesel devletlerin çelişen güvenlik paradigmaları arasında sürekli manipülasyona açık bir uzam hâline gelmiştir. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin güvenlik stratejileri, kendi iç bütünlüklerini tahkim etmek için Kürtlerin siyasal taleplerini bastırmaya yönelmiş; bu durum bölgenin jeopolitik fay hatlarını daha da derinleştirmiştir. Bu baskıcı çember ise Kürtlerin ulusal bilincini aşındırmak yerine daha da keskinleştirmiş, kültürel hafıza ve siyasal süreklilik yeni bir ulusal kimlik inşasıyla güçlenmiştir.
Kürtlerin siyasal özne olarak tanınması, yalnızca tarihsel bir adalet meselesi değil, uluslararası sistemin istikrarı açısından da zorunludur. Çünkü bastırılmış ulusal kimliklerin uzun vadede istikrarsızlık üretme kapasitesi, mevcut devlet aygıtlarının baskı araçlarından daha güçlüdür. Dolayısıyla Kürt milletinin nihai hedefi olan bağımsız ve birleşik Kürdistan, sadece ulusal bir ideal değil, uluslararası hukukun en temel normlarının mantıksal sonucudur. Birleşmiş Milletler’in self-determinasyon ilkesi, anti-sömürgeci mücadelelerden ulusal kurtuluş hareketlerine kadar geniş bir uygulama alanı bulmuşken, Kürtlerin bu kapsamın dışında tutulması uluslararası sistemin evrensellik iddiasıyla çelişmektedir.
Son otuz yılda bölgesel dengelerin köklü biçimde değişmesi, Kürt meselesini artık geri dönüşsüz bir jeopolitik gerçeklik hâline getirmiştir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurumsal yapısı, Suriye’de ortaya çıkan özyönetim modeli, Türkiye ve İran’da yükselen ulusal bilinç ve küresel Kürt diasporasının etkisi, Kürtleri uluslararası siyasetin kalıcı bir aktörü hâline getirmiştir. Enerji hatları, ticaret koridorları, güvenlik mimarileri ve büyük güç stratejileri açısından Kürdistan’ın jeopolitik değeri giderek artmakta; böylece birleşik ve bağımsız bir Kürdistan fikri, hem tarihsel hem sosyolojik hem de jeostratejik zorunluluklarla beslenen bir hedef hâline gelmektedir.
Bu genel jeopolitik çerçeve içinde, Mazlum Abdi’nin son açıklaması ve Suriye’nin mevcut siyasal gerçekliği incelendiğinde, Kürtlerin karşı karşıya olduğu denklemin karmaşıklığı daha net görünür hâle gelmektedir. “Birçok kişi bizim ne istediğimizi anlamamış. Biz merkezi olmayan bir Suriye istiyoruz. Bu merkezi olmayan sistem nasıl olacak? Elbette mümkün olan bir şey söylüyoruz. Kurdî güçlerin bir konferansı oldu ve federalizm talebi ortaya çıktı. Kürt güçleri bunu istiyor. Biz buna karşı değiliz. Ancak biz şu an mümkün olan şeyler üzerine çalışıyoruz.” diyen Abdi, sahadaki reel politik kısıtların, askeri-siyasal dengelerin ve çok etnisiteli Suriye demografisinin dayattığı zorunluluklara işaret etmektedir.
Suriye’nin şartlarını rüya da dahi görememiş, topraklar ve ittifaklar konusunda hiçbir bilgi sahibi olmayan kimi çevreler klavye başında ahkâm keserken, sahadaki gerçeklik duygusal taleplerden farklı seyretmektedir. Ortadoğu’da IŞİD vahşetinin doruğa çıktığı dönemde Rojava’daki Kürtlerin askeri konumları, seküler ve kısmen demokratik Sünni Araplar ile gayrimüslim topluluklarla ittifakı zorunlu kılmış; bu ittifak çerçevesinde “Kuzey-Doğu Suriye” tanımlaması ve “Demokratik Suriye Güçleri” adı tercih edilmiştir. Bu tercihler başlangıçta bazı kesimlerce ideolojik bir tercih gibi yorumlanmış olsa da, zamanla bunun askeri ve sosyolojik zorunlulukların bir sonucu olduğu anlaşılmıştır.
Kürdistan toprağı Suriye’nin 1/7’si ile 1/5’i arasındaki bir alana denk gelirken, SDG’nin kontrol ettiği alanlar Suriye’nin üçte birine yayılmaktadır. Bu da demografik çeşitliliğin ve sahadaki çok-etnisiteli yapının etkili bir şekilde yönetilmesini gerekli kılmaktadır. SDG’nin askeri gücünün yaklaşık %60’ının Arap, Süryani, Ermeni ve diğer topluluklardan oluşması, ittifakın hassasiyetini artırmaktadır. Bu gerçeklik göz ardı edilerek bu bölgelerin tümüne “Kürdistan” denildiğinde, ittifaktaki Arap ve gayrimüslim unsurların rejim safına kayması muhtemeldir. Bu durum, sahadaki Kürt kazanımlarını zayıflatacağı gibi, ulusal mücadelenin uzun vadeli stratejisiyle de çelişmektedir.
Rojava’daki siyasi ve askeri yapılanmanın PKK’nin tarihsel ve ideolojik mirasından etkilenmiş olması, yöneticilerin bu duygusal bağdan bir anda kopamayacağını göstermektedir. Ancak buna rağmen Mazlum Abdi ve İlham Ahmed gibi isimlerin Kürdistani bir duruş sergilemeleri, Kürdistan bayrağına ve ulusal marşa olan bağlılıkları, Rojava’nın ulusal bilince doğru evrilmesinin önemli göstergeleridir. Süreç, bu tür dönüşümlerin zamanla olacağını göstermektedir. Bu nedenle Kürt hareketinin farklı parçalarındaki yaklaşımların “bizim kıvamımıza gelsinler” tarzı bir dayatmayla değil, tarihsel-toplumsal koşulların olgunlaşmasıyla yakınsaması mümkündür. Asıl sorulması gereken, “bizim kıvamımızın gerçekten vazgeçilmez bir hakikat olup olmadığıdır.” Bu soru, ulusal mücadelede strateji ve yöntem tartışmalarının merkezinde durmalıdır.
Bütün bu çerçevede, Kürt milletinin ulusal birliği, tarihsel hafızayı, kültürel sürekliliği ve siyasal hedefleri birleştiren uzun vadeli bir stratejik hedeftir. Suriye’deki özyönetim deneyimi de bu stratejik bütünlüğün parçalarından biridir. Nihai hedef, dört parçada parçalanmış Kürdistan’ın yeniden birleşmesidir; bağımsız Kürdistan, jeopolitik zorunlulukların, tarihsel hafızanın ve ulusal bilincin ortak sonucudur.
Bu gerçeklik, artık ertelenemez bir siyasal hakikat niteliği taşımaktadır.
Hüsamettin Turan




