Ortadoğu, yirminci yüzyıl boyunca emperyalizmin çekilmesiyle oluşan güç boşlukları, milliyetçilikle otoriterleşen ulus-devletler ve ideolojik çatışmalarla yoğrulmuş kırılgan bir siyasal coğrafya olmuştur. Bu bölgesel yapı, çoğunlukla dış destekli iktidarların, halk temelli olmayan modernleşme denemelerinin ve sosyal adalet vaatlerini kısa sürede otoriter araçlara dönüştüren rejimlerin ağırlığı altında şekillenmiştir. Tam bu zemin üzerinde yükselen İsrail, bölgedeki diğer siyasal oluşumlardan farklılaşan bir çizgiyle Ortadoğu’da özgün ve çelişkili bir aktör olarak belirginleşmiştir.
İsrail’in kuruluşu, klasik bir ulus-devlet inşasının ötesinde, aynı zamanda bölgenin mevcut siyasal ve toplumsal yapılarıyla radikal bir kopuş anlamına gelmiştir. Diğer bölge devletlerinin aksine, İsrail bir yandan Batı tipi liberal kurumları inşa etmeye çalışmış; diğer yandan da hızla bir teknoloji toplumu haline gelerek Ortadoğu’nun dijital çağa geçişini temsil eden yegâne aktör olmuştur. Bu yapı, yalnızca yönetsel değil, epistemolojik bir kopuşu da beraberinde getirmiştir. İsrail, Ortadoğu’nun kolektif hafızasını oluşturan pan-Arabizm, ümmet ideali, kabilevi sadakat gibi geleneksel bağları büyük ölçüde dışlayan bir model kurmuştur.
Bu farklılıklar, yalnızca iç yapıyla sınırlı kalmamış, İsrail’in dış ilişkilerine ve bölgesel rolüne de yansımıştır. Arap-İsrail savaşları, İsrail’in bölge halklarıyla ilişkisini derin bir travma ve karşıtlık temelinde şekillendirmiştir. Ancak zamanla bu karşıtlık, yerini daha karmaşık ve karşılıklı çıkarlar üzerinden tanımlanan ilişkilere bırakmıştır. 21. yüzyılda İsrail, birçok Körfez ülkesiyle diplomatik ve ekonomik yakınlaşma süreçleri başlatmış; daha önce düşman olarak görülen aktörlerle ittifak zeminleri oluşturmuştur. Bu yeni dönemde İsrail, artık yalnızca bir ulusal çıkarlar devleti değil, aynı zamanda bölgesel dengeyi yeniden kurgulayan bir güç olarak işlev kazanmaya başlamıştır.
Kendi kişisel değerlendirmeme göre, İsrail Ortadoğu’daki mevcut yapılar içinde tek devrimci dinamiktir. Bu devrimci niteliği, klasik halk hareketlerinden ziyade, kırılma yaratan sistemsel müdahalelerde aranmalıdır. İsrail’in bölgeye etkisi bir silahlı halk isyanı şeklinde değil; fakat teknolojik üstünlük, kurumsal kapasite, diplomatik manevra gücü ve ideolojik netlik üzerinden bir yeniden yapılandırma gücüdür. İsrail, sadece kendisini inşa etmekle kalmamış, aynı zamanda bölgenin çürümüş siyasal kodlarını da hedef almıştır. Bu nedenle, onun dönüştürücü etkisini salt askeri güçle açıklamak yetersiz kalır; İsrail aynı zamanda bir zihinsel paradigma değişimini de temsil etmektedir.
Bu paradigma değişiminin merkezinde, birey temelli yurttaşlık anlayışı, güvenlik ve teknoloji odaklı yönetişim biçimi ve küresel ekonomiyle kurulan doğrudan bağlar yer almaktadır. İsrail’in bölgedeki diğer rejimlerin aksine, hem iç istikrarını hem de dış etki alanını genişletebilmiş olması, bu modelin etkinliğini ortaya koymaktadır. Elbette bu modelin tüm halklar için kapsayıcı, eşitlikçi ve adil olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle Filistin halkı açısından bakıldığında, bu dönüşüm; yerinden etme, ayrımcılık, baskı ve statüsüzlük üretmiştir. Bu da İsrail’in devrimci gücünü, özgürleştirici bir yapıdan ziyade, düzenleyici ve yeniden şekillendirici bir hegemonya biçimi olarak anlamamıza neden olur.
İsrail’in inşa ettiği yeni düzen, modernleşmeci Arap rejimlerinin gerçekleştiremediği siyasal ve kurumsal istikrarı hayata geçirmiştir. Mısır, Suriye, Irak ve Libya gibi ülkelerde görülen askeri-bürokratik modernleşme denemeleri ya kısa ömürlü olmuş ya da halkın katılımını dışlayan baskıcı sistemlere evrilmiştir. İsrail ise farklı toplulukları bir çatı altında tutabilen, iç çatışmaları kurumsal yollarla çözebilen ve küresel sistemle organik bağlar kurabilen ender bir yapıya sahiptir. Bu nedenle İsrail’in bölgedeki varlığı, yalnızca çatışma dinamiklerini değil, aynı zamanda çözüm potansiyellerini de bünyesinde taşımaktadır.
Yine de bu çözüm potansiyeli, bölge halklarının iradesiyle şekillenen bir süreçten değil; daha çok denetim, güvenlik ve teknoloji üzerinden kurulan elitist bir gelecekten beslenmektedir. Bu bağlamda İsrail’in sunduğu gelecek vizyonu, halkların özneleştiği bir özgürlük tasarımı değil; daha çok düzenin yeniden tarif edildiği, kimliklerin kontrol altına alındığı ve sınırların bilgiyle, yazılımla ve istihbaratla çizildiği bir düzendir. Bu, klasik anlamda bir devrim değil; ancak yüzyıllık yapıları sarsan bir yeniden kuruluş hamlesidir.
İsrail’in bu rolü, ne tam anlamıyla bir kurtarıcı ne de sadece bir işgalcidir. Onun etkisi, çelişkilerle dolu bir dönüşümün merkezinde yer alır. Devrimsel niteliği; yıkıcı değil kurucu, halkçı değil elitist, özgürleştirici değil düzenleyici karakterdedir. Ortadoğu’nun çökmekte olan ideolojik kalıplarını aşabilecek tek aktör olup olmadığı tartışmaya açık olsa da; bölgeyi en radikal biçimde dönüştürme kapasitesine sahip tek dinamik olduğu gerçeği yadsınamaz bir şekilde ortadadır.