Kürt halkı, yirminci yüzyılın başından bugüne kadar sistematik biçimde etnik kimliği hedef alınarak türlü biçimlerde imha, inkâr ve asimilasyon politikalarına maruz bırakılmıştır. Bu politikaların en ağır biçimi, doğrudan yaşam hakkının gasp edildiği kitlesel kıyımlar olmuştur. Şeyh Said İsyanı sonrası gerçekleşen toplu idamlar, 1937-38 Dersim Tertelesi, Saddam Hüseyin rejiminin gerçekleştirdiği Enfal Soykırımı, 2011’de Türkiye devletinin savaş uçaklarıyla gerçekleştirdiği Roboski Katliamı; bu zincirin başlıca halkalarıdır. Bu olaylar yalnızca askeri operasyonlar ya da güvenlik meseleleri değildir. Bunlar, doğrudan bir halkın kimliğini hedef alan, onu sindirme, susturma ve tarihten silme niyetiyle gerçekleştirilen insanlık suçlarıdır.
1925’te Şeyh Said önderliğinde gerçekleşen isyan, Kürtlerin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolan baskı politikalarına karşı direnişinin ilk büyük ifadesiydi. Ancak bu isyan, bir halk hareketi olarak değil, “irtica” ya da “şeriatçı kalkışma” olarak yaftalanarak boğuldu. Yüzlerce köy yakıldı, binlerce insan idam edildi ya da sürgüne gönderildi. Kürtlerin kolektif hafızasında bu isyan, yalnızca bastırılmış bir kalkışma değil, aynı zamanda inkâr rejiminin kurucu şiddetidir.
1937-38 yıllarında yaşanan Dersim Tertelesi ise, doğrudan bir etnik ve inanç topluluğunu yok etmeyi hedefleyen sistematik bir soykırımdı. Türk devletinin resmi belgelerine bile “temizlik harekâtı” olarak geçen bu süreçte on binlerce Kürt Alevi kadın, çocuk ve yaşlı acımasızca katledildi. Bombardıman uçaklarıyla mağaralara sığınan insanlar diri diri yakıldı. Sadece bedenler değil, diller, mezarlar, inançlar da hedef alındı. Geride kalan çocuklar ise ailelerinden koparılarak Türk askerlerinin ailelerine evlatlık verildi. Bu yalnızca bir katliam değil, bilinçli bir kültürel soykırım politikasıydı.
Irak Kürdistanı’nda 1988 yılında Saddam Hüseyin rejiminin yürüttüğü Enfal Operasyonu, Kürt halkına karşı modern çağda gerçekleştirilen en büyük soykırımlardan biridir. Kimyasal gazlarla yapılan saldırılarda Halepçe başta olmak üzere yüzlerce köy yerle bir edildi. 180.000’den fazla Kürt sivil, kadın ve çocuk dahil, sistematik biçimde katledildi. Toplu mezarlar yıllar sonra ortaya çıkarıldı. Bu süreçte, ne Arap dünyası ne Batı kamuoyu, çıkar hesapları uğruna bu insanlık suçuna karşı ciddi bir tepki göstermedi. Katliamın boyutları ancak yıllar sonra uluslararası belgelerle doğrulandı ama hâlâ sorumluların çoğu hesap vermedi.
Daha yakın dönemde, 28 Aralık 2011’de Türkiye’nin Şırnak ilinin Uludere (Roboski) köyünde savaş uçakları tarafından gerçekleştirilen bombardıman, Kürtlerin devlet nezdinde nasıl bir değere sahip olduğunun trajik bir göstergesi olmuştur. Kaçakçılık yaptıkları bilinen ve her biri köy halkı tarafından tanınan 34 Kürt sivil aralarında çocukların da olduğu gece saatlerinde hava bombardımanıyla katledildi. Olayın hemen ardından devlet, bir özür yerine, “yanlış istihbarat” bahanesiyle kamuoyunu oyaladı. Yıllar geçmesine rağmen ne bir sorumlu yargılandı ne de adaletin kırıntısı bile görüldü. Roboski, Kürt coğrafyasında devletin gözünde bir Kürt’ün canının ne kadar değersiz olduğunu bir kez daha gösterdi.
Tüm bu tarihsel örneklerin ortak yanı, uluslararası toplumun sessizliği ve yerel iktidarların pişkinliğidir. Kürt halkı katledilirken dünya, insani değerleri bir kenara bırakıp çıkarlarını öncelemeyi tercih etti. “Demokrasi”, “barış”, “insan hakları” gibi söylemleri dilinden düşürmeyen Batılı ülkeler, Kürtlerin katledildiği her yerde ya doğrudan sorumluydu ya da suskunluğuyla suç ortaklığı yaptı.
Bugün hâlâ süren bu sessizlik hali, katliamların en görünmeyen ama en tehlikeli uzantısıdır. Çünkü faili suskunlukla korunan her cinayet, gelecekteki yeni suçlara zemin hazırlar. “Terbiye” kisvesi altında, mazlum bir halka kendi kaderi üzerinde söz hakkı tanımadan, üstten bir söylemle “doğruyu” öğretmeye kalkışmak, failliği meşrulaştırmanın başka bir yoludur. Oysa bu halk, sadece katledilmemiştir; aynı zamanda ölümlerinin ardından kendilerine nasıl yas tutmaları gerektiği bile dikte edilmiştir. Acıları araçsallaştırılmış, kimlikleri pazarlık masalarına yatırılmış, ölüleri bile propaganda malzemesi yapılmıştır.
Hüsamettin Turan
Kürt halkına ahlak, din ya da terbiye nutku çekenler, önce kendi tarihleriyle yüzleşmek zorundadır. Zira söz konusu olan, yalnızca bireysel ahlak yoksunluğu değil; organize bir politik çürümedir. Bu çürüme, yalnızca Kürtlerin düşmanlaştırılmasıyla kalmamış, aynı zamanda evrensel insanlık değerlerinin de büyük bir erozyona uğramasına neden olmuştur. Vicdanın, hukukun, adaletin çürüdüğü bir ortamda barış, eşitlik ve hakikat ancak güçlü bir tarihsel hafızayla ve cesur bir yüzleşmeyle mümkündür.
Bugün, dünyanın gözü önünde Kürtler hâlâ kimlikleri, dilleri, inançları nedeniyle hedef alınırken; insan hakları söylemini dillerinden düşürmeyenlerin suskunluğu sadece ikiyüzlülük değil, aynı zamanda suç ortaklığıdır. Mazlumlara nutuk çekenlerin, önce mazlumların kanına susamışlara yıllarca verdikleri desteği açıklamaları gerekir. Bu destek ister silah, ister diplomatik meşruiyet, isterse stratejik suskunluk biçiminde olsun, sonuç değişmez: Kürtler katledilmiş, dünya susmuştur.
İşte bu yüzden, artık kimse Kürtlere ahlak, din ya da terbiye dersi vermeye kalkmasın. Zira bu halk, insanlık dışı muamelelerin, kitlesel kıyımların ve tarihî inkârın en ağır biçimlerini yaşarken bile onurunu, direncini ve hakikati savunma iradesini kaybetmemiştir. İnsanlığa dair asıl ders, o yalın ve derin sessizlikte hâlâ haykırmakta olan Kürt halkının hafızasında gizlidir.
Hüsamettin Turan