Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin belirsizliklere sahne olduğu 1990’lı yıllardan itibaren, Ortadoğu’daki devletlerin güvenlik politikaları kadar, bu devletlerle çatışma halinde bulunan silahlı örgütlerin de pozisyonları dönüşüme uğradı. Türkiye Cumhuriyeti ile PKK arasında on yıllardır süren çatışmanın seyrinde 2000’li yıllarda gözlemlenen yön değişikliği, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Artık mesele, bir isyan hareketinin bastırılmasından çok, bu hareketin sistem içinde nasıl yeniden işlevselleştirileceği sorusuna dönüşmüştür. Bu süreçte kamuoyuna “çözüm”, “müzakere” veya “terörsüz Türkiye” gibi kavramlarla sunulan görüşme ve mutabakatlar, esasen TC ile PKK arasında değil, ABD ile Türkiye arasında yürütülen bölgesel çıkar pazarlıklarının uzantısıdır.
PKK, ideolojik çizgisini terk ederek bir sistem içi aktöre dönüşmüş; Abdullah Öcalan ise bu dönüşümün taşıyıcısı ve gerekçelendiricisi olarak tarih sahnesinde kalmayı başarmıştır. Bu dönüşüm süreci, yalnızca PKK’yi değil, Türkiye’deki muhalefet algısını, sol hareketleri ve Kürt milletinin taleplerini de biçimlendirmiştir.
Devletle Aynı Çizgide: PKK’nin İdeolojik Restorasyonu
PKK’nin 1970’lerdeki kuruluş paradigması, ulus-devletin yıkılması ve sosyalist bir Kürt ulusunun inşasını öngörüyordu. Ancak bu iddia, 1999’da Öcalan’ın yakalanmasından sonra kademeli olarak terk edildi. Yerine önerilen “Demokratik Konfederalizm”, “Demokratik Cumhuriyet”, “Demokratik Ulus” gibi kavramlar, görünürde radikal ama içerikte devletin bekasıyla çelişmeyen, hatta onu tahkim eden bir pozisyon sundu. Bu yaklaşım, PKK’nin geleneksel hedefleri olan bağımsızlık ve egemenlik taleplerinden vazgeçtiğini, sistemin anayasal çerçevesi içinde bir etki alanı kurmaya yöneldiğini gösteriyordu.
Abdullah Öcalan’ın son 20 yılda geliştirdiği söylemler, Türk devlet aklıyla paralel bir zeminde ilerlemiştir. “Atatürk’ün devrimciliği”, “Türk-Kürt ortak vatanı”, “Misak-ı Milli’nin yeniden inşası” gibi temalar, tarihsel olarak Türk milliyetçiliğinin taşıdığı birikimle uyum içinde dillendirilmiş, Kürt meselesini bir ulusal kurtuluş problemi olmaktan çıkarıp kültürel ve yönetsel reformlar zeminine çekmiştir. Bu söylem, devletin karşısında değil; onun yeniden yapılanmasında kullanışlı hale getirilmiştir.
Kandil’in Rolü: Askeri Gücün Siyasallaşması
PKK’nin dağ kadrosunun merkez üssü olan Kandil, yıllar boyunca örgütün devletten bağımsız, silahlı ve devrimci yönünün sembolü olarak sunuldu. Ancak zamanla, Kandil’deki kadroların da Öcalan’ın belirlediği ideolojik hat dışına çıkamadığı ve askeri komutanlığın siyasallaştırılarak kontrol altına alındığı görülmüştür.
Kandil’in varlığı, Türkiye için artık bir askeri tehditten çok, müzakere süreçlerinde kullanılabilecek bir denge aracı olarak işlev görmektedir. Devlet, Kandil’i yok etmeyi değil, onun kontrol edilebilir bir güç olarak kalmasını tercih etmektedir. Bu durum, devletin çatışmayı sonsuzlaştırma ya da belirli bir seviyede tutarak iç politikada ve dış ilişkilerde araçsallaştırma stratejisini de beraberinde getirmiştir.
MİT’in Yön Verdiği Strateji: Kontrol Edilen Çözüm
Öcalan’ın İmralı’da kalmaya devam etmesi, yalnızca bir tutuklama değil, MİT eliyle yürütülen ideolojik mühendislik projesinin merkezidir. Öcalan üzerinden geliştirilen çözüm stratejisi, aslında Kürt hareketinin devlet denetiminde dönüştürülmesidir. MİT’in Oslo görüşmelerindeki ve İmralı tutanaklarındaki belirleyici rolü, çözüm sürecinin öznesinin PKK değil, devlet olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Devlet, PKK’yi bir muhatap olarak değil; Kürt milletini yönetilebilir kılacak bir araç olarak değerlendirmiştir. Bu, klasik asimilasyon politikalarının ötesine geçen bir yeniden yapılandırma modelidir. Artık mesele, Kürtleri Türkleştirmek değil; Kürt kimliğini devletin belirlediği çerçevede yeniden üretmektir.
İran, Rusya ve Bölgesel Denge
Türkiye ile ABD arasındaki görüşmelerin gölgesinde, PKK’nin bölgesel pozisyonu İran ve Rusya gibi diğer aktörlerin müdahalesine de açık hale gelmiştir. İran, hem PJAK üzerinden hem de Suriye’deki Kürt yapıların sınırlandırılması yönünde Türkiye ile örtük bir çıkar birliği kurmuştur. Rusya ise PYD’yi zaman zaman Şam rejimiyle bütünleştirerek Türkiye’ye karşı kullanmaktadır. Bu karmaşık denklemde PKK çizgisi, ilkesel bir bağımsızlık çizgisinden çok, bölgesel pazarlıklarda konumlanan esnek bir araç haline gelmiştir.
Türk Solunun Dönüşümü ve Legal Kürt Siyasetinin Tali Pozisyonu
PKK’nin ideolojik dönüşümü, yalnızca kendi kadrolarını değil, Türkiye’deki sosyalist ve sol hareketleri de etkilemiştir. HDP’nin çatısı altında gelişen “Türkiyelileşme” stratejisi, ulusal mücadele hattından sapmayı, enternasyonalist ama özünde sistem içi bir reformist çizgiyi esas almıştır. Bu çizgi, Kürt milletinin ulusal haklarını tanımlamak yerine, kültürel eşitlik ve yerel yönetim talepleriyle sınırlı bir zemine oturmuştur. Türk solunun geniş kesimleri bu çizgiye entegre olmuş ve Kürt meselesini bir demokrasi sorunu olarak yeniden çerçevelemiştir.
Legal alanda faaliyet gösteren Kürt partileri de bu yeni paradigmanın dışına çıkamamış, PKK çizgisine eklemlenmiş bir pozisyonda, sistem içi muhalefet olarak kalmıştır. Böylece Kürt siyasetinin bağımsız, çoğulcu, ulusal referanslı gelişimi engellenmiş, tüm yelpaze Öcalan merkezli tek çizgiye daraltılmıştır.
Hüsamettin TURAN