Bugün dünya kamuoyuna ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne hitaben şu çağrıyı yapmak bir lüks değil, bir zorunluluktur: Kürt milleti olarak kendi öz yurdumuzda, Kürdistan’da, soykırımsal (jenosidal) bir yok oluşa sürükleniyoruz.
Üç faşist sömürgeci devlet Türkiye, İran ve Suriye tarafından sistematik olarak inkâr ediliyor, parçalanıyor, asimile ediliyor, sürgün ediliyor ve fiziksel imhayla tehdit ediliyoruz.
Bu, bir halkın varoluşuna karşı yürütülen planlı, koordineli ve ısrarlı bir saldırıdır. Ve ne yazık ki, her türlü baskı, zulüm, ölüm ve daha nice ağır acı, kan ve gözyaşı pervasızca Kürt milletine uygulanmaktadır.
Tarihsel karşılaştırma yapmak gerekirse, durumumuz Hitler Almanya’sında toplama kamplarındaki Yahudilerden farklı değildir. Tek fark, bizler kendi anavatanımızda, köylerimizde, dağlarımızda, kentlerimizde öldürülüyoruz. Bu benzerlik yalnızca retorik değil; 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne göre soykırım yalnızca toplu katliam değil, bir halkın kimliğine, diline, kültürüne, toplumsal sürekliliğine karşı sürdürülen her tür sistematik imhayı da kapsar. Bu bağlamda, Kürt milletinin karşı karşıya olduğu durum, uluslararası hukukun en ağır ihlaliyle özdeştir.
Amerika Birleşik Devletleri, bu coğrafyayı ve burada dönen ikiyüzlü reel politik hesapları en iyi bilen devlettir. Rojava’da, IŞİD’e karşı verilen savaşta Amerikan temsilcilerinin Mazlum Abdi (Kobani) ile yürüttüğü açık diplomasi, ABD’nin Kürt halkıyla yürüttüğü işbirliğinin potansiyelini ve etik temelini göstermiştir. Ancak bu örnek, yalnızca parçalı ve geçici bir diplomatik çıkar ilişkisi olarak kalmamalıdır. Kürt milleti olarak artık parçalı değil, birleşik bir çağrı yapmanın eşiğindeyiz. Parça parça değil, bir ulus olarak tarihsel çağrımızı ve hakkımızı haykırıyoruz: Uluslararası koruma talep ediyoruz. Referanduma gitmek istiyoruz.
Referandum talebimiz, Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1. ve 55. Maddeleri’nde güvence altına alınan ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nın doğal ve hukuki sonucudur. 1966 tarihli Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 1. Maddesi açıkça belirtir: Bütün halkların kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Bu hakkın kullanımına dair örnekler uluslararası hukukta çoktur:
Doğu Timor, Endonezya’nın yıllarca süren sömürgeci işgaline karşı BM gözetiminde 1999’da referanduma gitti ve 2002’de bağımsızlığını ilan etti.
Güney Sudan, 2011 yılında yapılan referandumla Sudan’dan ayrılarak BM üyesi bağımsız bir devlet oldu.
Eritreya, 1993’te Etiyopya’dan referandum yoluyla ayrıldı.
Kosova, 1999’da NATO müdahalesiyle Sırp güçlerinden arındırıldı ve 2008’de tek taraflı bağımsızlığını ilan etti.
Bu örneklerin ortak noktası, halkların maruz kaldığı sistematik baskılar ve uluslararası toplumun, özellikle Batılı devletlerin müdahalesidir. Kürt milletinin yaşadığı durum bu örneklerden daha az meşru değildir; aksine tarihsel sürekliliği, demografik gerçekliği ve coğrafi mevcudiyetiyle çok daha derindir. Ancak bu hak, yalnızca sözle değil; siyasi bilinç, diplomatik çağrı ve toplumsal seferberlikle ete kemiğe bürünmelidir.
Bu noktada, Kürt siyasi partilerinin içinde bulunduğu edilgen, çözümsüz ve içler acısı durumu görmezden gelemeyiz. Çoğu, ya sömürgeci rejimlerin çizdiği sınırlar içinde muhalefetçilik oynuyor ya da uluslararası aktörlerin kuyruğunda kimliksiz ve vizyonsuz bir çizgi izliyor. Bu nedenle halkımızın geleceği artık partilerle değil; özgürlükçü, laik, milli bilinçle hareket eden aydınların, akademisyenlerin, sanatçıların ve halk inisiyatiflerinin omuzlarında yükselecektir. Halklar tarihini yalnızca partiler değil, vicdanlı aydınlar da yazar. Bizim de önümüzdeki süreçte asıl görevimiz, bu haklı davayı dünyanın dört bir yanında anlatmak, belgelemek, dile getirmek ve kurumsallaştırmaktır.
Kürdistan’ın dört parçasında süren işgal, yalnızca bölgesel devletlerin ürünü değildir. Bu işgaller, emperyal devletlerin desteğiyle, özellikle 20. yüzyıl başında Sevr Antlaşması’nı reddeden Lozan düzeniyle şekillenmiştir. Bu düzenin bugünkü uzantıları yani Türkiye, İran ve Suriye rejimleri hâlâ Kürt milletinin varlığını bir tehdit olarak görmekte, bu varlığı topyekûn yok etmeye çalışmaktadır. Ancak tarih bir kez daha dönmektedir. 20. yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi, ezilen halklar artık yalnız değiller. İnsanlığın ortak değerleri, uluslararası kamuoyunun vicdanı ve hukuki mekanizmalar, artık sömürgeciliği mazur göremez.
Bu çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri’nin Kürt halkına yönelik olası desteği, bir işgal değil, bir kurtarış olacaktır. Aynı şekilde NATO’nun veya BM Güvenlik Konseyi’nin Kürdistan coğrafyasında bir koruma alanı tesis etmesi, insan hakları temelinde meşrudur. Responsibility to Protect (R2P – Koruma Sorumluluğu) ilkesi, soykırım, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçların işlendiği durumlarda uluslararası müdahaleyi meşru saymaktadır. Kürdistan’da yaşananlar bu ilkenin tam kapsamına girmektedir.
Kürt milleti olarak yardım çağrısı yapma hakkımız vardır.
Bu, duygusal bir sığınma değil; tarihsel, hukuki ve insanî bir meşruiyettir.
Amerika’ya ve Batı kamuoyuna sesleniyoruz:
Eğer Hitler Almanyası’na karşı geliştirilen müdahale gerekçeleri hâlâ insanlık için geçerliyse, bugün Kürdistan’da yaşananlara sessiz kalmak, ahlaki bir çöküştür. Artık Kürt halkının uluslararası koruma altına alınması, bir olabilirlik değil, bir zorunluluk’tur.