Kemalist milliyetçiliğin güncel varyantları, “Biz Türkiyeli değiliz, Türk’üz!” söylemi üzerinden yeni bir kimlik vurgusu geliştirmektedir. Bu çıkış, yüzeyde basit bir adlandırma tercihi gibi görünse de, aslında ulus-devletin kuruluş felsefesindeki derin çelişkiyi yeniden gündeme taşımaktadır. Zira ulusal kimlik, toplumsal aidiyetin gönüllülüğüne dayalı bir tercih alanıdır; tek tipleştirilmiş ve zorla benimsetilmiş bir kimlik, ne siyasal anlamda istikrarlı olabilir ne de toplumsal düzeyde meşruiyet kazanabilir. Türk kimliği, kendi dışındaki tüm etnik kimlikleri eritme üzerine inşa edilmiştir; fakat aynı kimliğin taşıyıcıları bugün “Türkiyeli” kavramını reddederek kendilerini yalnızca “Türk” olarak adlandırma hakkını savunmaktadır. Burada doğan paradoks açıktır: Eğer bir topluluk, kendisini hissetmediği bir üst kimlikten ayrıştırma hakkına sahipse, Kürt milletinin de aynı hakkı vardır.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt kimliği sistematik biçimde bastırılmıştır. 1925 Şeyh Said İsyanı, devletin Kürtleri “Türk” kimliği içine zorla dâhil etme çabalarına karşı verilen ilk kitlesel yanıt olmuştur. Ardından 1930 Zilan Katliamı, 1937-38 Dersim Tertelesi ve 1980 sonrası uygulanan köy boşaltmalar, zorla göç ettirme ve faili meçhuller, aynı inkâr politikalarının devamı niteliğindedir. Bu tarihsel çizgi, Kürt kimliğinin bağımsız varoluşunu ortadan kaldırmak amacıyla yürütülen devlet politikalarının sürekliliğini göstermektedir. Modernleşme, uluslaşma ve merkezileşme adına uygulanan bu yöntemler, aslında klasik sömürgeci stratejilerin yerel bir versiyonudur: kimliği yok saymak, dili yasaklamak, aidiyeti kriminalize etmek.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, Benedict Anderson’un “hayali cemaatler” (Imagined Communities) kavramı, ulusların gönüllü katılım ve ortak hafıza üzerinden kurulduğunu ortaya koyar. Eğer bir topluluk kendisini Türk olarak tanımlamıyorsa, o topluluğu zorla Türk kimliği içine hapsetmek ulusal birlik değil, ulusal yabancılaşma yaratır. Bu yabancılaşma, hem devletin meşruiyetini zayıflatır hem de toplumsal barışı imkânsız hale getirir. Anthony D. Smith’in etno-sembolist yaklaşımında vurguladığı gibi, etnik kimlikler tarihsel kökleri, mitleri ve sembolleriyle yaşar; inkâr politikaları onları yok etmez, bilakis direnişi güçlendirir. Kürt milletinin 20. yüzyıl boyunca sergilediği direnç, bu teorik çerçevenin canlı bir örneğidir.
Hukuki açıdan mesele, uluslararası normlarla da doğrudan çelişmektedir. Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 1. maddesi, her halkın kendi kaderini tayin hakkını tanır. Aynı şekilde 1992 tarihli BM Ulusal veya Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi, herhangi bir topluluğun kimliğini inkâr etmeyi açık bir hak ihlali olarak tanımlar. Dolayısıyla, Türk kimliği “Türkiyeli” kavramı altında eritilmek istemediğinde bu hakkı kullanabiliyorsa, Kürt milletinin de “Türk değiliz, Kürdüz” deme hakkı aynı ölçüde meşrudur. Bu hakkın reddi, yalnızca siyasal değil, hukuki açıdan da gayrimeşrudur.
Bugün Kemalist milliyetçilerin “Biz Türkiyeli değiliz, Türk’üz!” çıkışı, aslında bir asırdır Kürt milletinin haykırdığı gerçeğin teyididir: Aidiyet zorla inşa edilemez. Kürtler, kendilerini Türk hissetmiyor; tarihsel hafızaları, dilsel süreklilikleri ve kültürel varlıklarıyla ayrı bir millet olarak yaşıyor. Eğer Türk milliyetçiliği kendi kimliğini koruma hakkını savunuyorsa, Kürt milletine de aynı hak tanınmalıdır. Aksi halde bu, basit bir kimlik tercihi değil, “bizim kimliğimiz meşru, sizin kimliğiniz suçtur” diyen kolonyal bir üstünlük söyleminin devamıdır.
Gerçek eşitlik, kimsenin kendisini ait hissetmediği bir kimliğe zorlanmadığı bir siyasal düzenle mümkündür. Bugün Türk kimliğini “Türkiyeli” kavramına karşı savunanlar, yüz yıl boyunca Kürtlere “Türk üst kimliği” dayatmış olmanın çelişkisiyle yüzleşmek zorundadır. Çünkü ulusal kimlik, gönüllülük temelinde inşa edildiğinde bir anlam taşır; zorla giydirilen kimlik ise kimlik değil, inkârdır.